10.11.2011
Platini’ye
açık mektup
“Futbol kehanetleri”
ÖNSÖZ
Futbol
üzerine herhangi bir profesyonel kariyerim mevcut değil. Basit bir futbol “hastasıyım”.
Buna rağmen herhangi bir takımın fanatik taraftarı değilim ve fanatiklerden de
pek hazzetmem. Çocukluğumdan beri tuttuğum bir takım vardı, ama bu küllenmiş
bir mesele.
Genelde
Türkiye’de olsun, diğer ülkelerde olsun, kurulu düzenin “ağa-babalarına” kafa
tutan, çoğunlukla da hiç kimsenin şans vermediği bir takımken, birden ortaya
çıkıp şampiyonluğa oynayan takımları destekleme eğilimindeyim.
Bununla
birlikte, aslolan futboldur, futbolun güzelliğidir. Bunu yapan, seyredenleri
futbola doyuran her kimse, yukarıdaki “babalardan” bile olsa, coşkuyla,
hararetle seyrederim ve takdir ederim.
“İyi
olan kazansın” diye bilinen bir deyiş var. Ben hemen her koşulda, küçük
istisnai durumlar hariç, bu taraftayım.
Lafı
getireceğim nokta şu ki; İyi olan her zaman kazanmıyor ve
iyi
futbol da maalesef o kadar kolay bulunmuyor.
Binlerce
insan tribünlerde ve milyonlarcası TV başında, çoğu kez heyecanla beklediği
şeyi bulamıyor, bazen çok açık biçimde, bazen belli belirsiz bir tatminsizlik
ve hatta hayal kırıklığı ile maçın son düdüğüne geliniyor. Hatta bu
tatminsizlik, bazı hallerde desteklenen takım istenilen sonucu aldığında bile
olabiliyor.
Şahsen
benim için en büyük hayal kırıklığı 0-0 biten maçlarda oluyor. Bundan sonra ise
1-0 (yada 0-1) geliyor. 2-0 yada 2-1 fena değil ve tabi goller arttıkça zevk +
memnuniyet doğru orantılı artıyor. Örneğin desteklediğim takımın 1-0
kazanmasındansa 4-4’lük bir beraberliği kesinlikle tercih ederim ve genelde bu
mektupta yazacaklarım böyle düşünenlere yada düşünmeye eğilimli olanlara
yönelik olacak.
Yukarıda
değindiklerime uzun yıllar öncesinden beri zaman zaman kafa yorarken kendi
çapımda önemli çıkarımlar yapmıştım.
Bulduğumu
zannettiğim çareler çoktandır aşağı yukarı netleşmiş olmakla birlikte, bunları
ciddi ve disiplinli bir düzene sokarak yayınlamak yönünde net bir iradem yoktu.
Son
dönemde ise, boş kaldığım bir ara kafamda derleyip toparladım, kendime de son
bir gaz vererek bu mektubu yazmaya yeltendim.
Bu
elinizdeki bir kitap mı yoksa mektup mu? Takdir okuyanın, ama yazanın fikrini
sorarsanız kısmen.. Şöyle ki;
Adına
istinaden cesaretle (!) Platini’ye hitaben kaleme alınmıştır ama “açık mektup”
olması da, “kızıma söyleyeyim, gelinim işitsin” amacını gösteriyor. Biraz daha
dallandırmak gerekirse, şöyle;
Malum,
Platini halihazırda dünya futbol kamuoyu karşısında hem ismi ve hem de
konumuyla en önemli karar odaklarından biri ve muhtemelen en önemlisi.
Şimdi
biz Platini’ye açık değil de “kapalı” (özel) yazsak, okuma ihtimali sıfır.
Diğer taraftan, onun adını kullanmadan kamuoyuna yazsak ilgi görme ihtimali
zayıf, ee?
“Ee”si,
onun adını gören kamuoyu ilgi gösterecek, mektubun içeriği hak ediyorsa bu ilgi
artacak, sonra Platini de okumak için ilgilenecek, okuyunca da inşallah kıvırıp
çöpe atmayacak. O ilgilenince de herkes ilgilenecek. Ee, bu mantıkla herkes
zaten ilgilenmişti, ki ilgisi artacak, vs. vs. (Hayal de olsa güzel)
Tabi
bu anlamda Platini çok önemli ama başka önemliler de var. Örneğin muhtelif
ülkelerin futbol federasyonları, futbol yazar-çizerleri ve TV’cileri, vb.
Dolayısıyla bu “mektubu” yayınlamadan önce onlara da kopya göndermek ve hem
görüşlerini almak hem de ilgilenirlerse tanıtım için desteklerini beklemek
yerinde olacaktır.
Siz
bunu okurken muhtemelen bunlar da yapılmış olacak ve sonuçlarını birlikte
göreceğiz. (Yada sadece yazan görecek ki bu “bu iş” yattı demektir.) (EVET,
ÇOKTAN YATTI, 2015 TARİHLİ NOTUM…)
Önsözü
bitirmeden önce belki belirtmemde fayda var. Kendimi tanıdığım kadarıyla (?) kişilik
yapım şu ki, herhangi bir hususta mevcut olanı devrimcilik adına yıkarak
yeniden kurma sevdalısı değilim.
Aksine
geleneklere, geleneksele ve tecrübeye çok değer veririm ve hatta biraz
nostaljik ve biraz muhafazakar bir yapım var diyebilirim.
Diğer
taraftan, her türlü yeniliğe ve değişikliğe peşinen karşı çıkanlardan hiç değilim
ve aksine tabiattaki ve kainattaki değişim-dönüşümler gibi, insan tarafından
yaratılan herşeyin de daimi olarak değişmesi-dönüşmesi taraftarıyım. Yani
bizden öncekilerin birikim ve tecrübelerine saygısızlık yada ukalalık etmeden,
hep daha yi, daha verimli, daha faydalı olanı sonsuza kadar aramamız hepimizin
menfaatine olacaktır nitekim.
Bu
önsözü bir türlü bitirip mektuba geçemedim, ama şunları da belirtmeliyim;
Bu
mektubu kimler okur ve ne kadar ciddiye alır bilemem ve çok da iyimser değilim,
amma ve lakin ikna edecek 1 kişi bulamasam dahi, futbolun coşkusunun, zevkinin,
tatmininin çok yukarılara çekilmesi yönünde, bu mektupta anlatmaya çalışacağım
“çarelere” inancım çok sağlam ve nettir.
Daha
da iddialı bir şey söyleyeyim, ki “Futbol Kehanetleri” demem bundan, burada
okuyacaklarınızın en azından önemli kısmı yada benzer çeşitlemeleri er yada geç
uygulanacak ve böylece futbol bugünkü konumundan çok daha yükseğe tırmanacak,
fanatikleri bilmem ama futbol aşıklarını bugünkünden çok daha fazla tatmin
edecek noktaya gelecektir. Bu da böyle
biline…
(Bu
son laf Serdar Turgut tarzı oldu galiba… kendisini eskiden severdim, ama
konumuz bu değil tabi)
İÇİNDEKİLER
Rahatsızlık
- Teşhis;
Futboldan ne
bekliyoruz - ne buluyoruz?
Tedavi;
Oyun kurallarında küçük, ama etkisi büyük
değişiklikler, ama futbolun özünü, ruhunu, geleneklerini, alışkanlıklarını
bozmadan…
(Öneriler burada listelenmiş, aşağıda
gerekçeli açıklanmıştır.)
A) “Gol
artırıcı” önlemler - Oyun Kuralları:
A1) Kaleci topu tutmayacak, sadece yumruk / tokat…
A1) Kaleci topu tutmayacak, sadece yumruk / tokat…
A2)
Köşe vuruşu 3 kademeli, topun çıktığı yere göre…
A3)
Taç – ayakla (ama savunanın kendi yarı sahasında yolaçtığı taçlar)
B) “Faul
azaltıcı” önlemler - Ceza Kuralları:
B1)
Faul x 5 = Penaltı / Sarı Kart = 3 x
Faul / Kırmızı Kart = Penaltı
B2)
Geçici / ihraçlar; (B1 takım, B2 ise oyuncu bazında)
Faul -> 5 dakika ihraç
Sarı Kart -> 15 dakika ihraç ve 1 maç ceza
Kırmızı Kart -> 15 dakika ihraç, 3
maç ceza ve Zorunlu değişiklik
C) Puanlama Önerileri:
Oyun
bazında;
C1)
Basit Seçenek (Gollü beraberlikte birer puan ve uzatma;
Golsüz beraberlikte ise SIFIR puan ve uzatma)
C2)
Meydan okumalı uzatma
C3)
90 dk’da 3 fark olmadan maç bitmez!
Yukarıdakilerle
birlikte yada müstakil;
C4)
Puan cetveli bazında öneriler
D) Destekleyici Öneriler / Bağımsız Hususlar.
RAHATSIZLIK
NEDİR?
Sadece
şahsi bir rahatsızlık olduğunu düşünsem, tabi ki bunları yazmazdım. Sağlam
inancım o ki futbolla ilgili özelde T.C.’de genelde dünyada beklenen, arzu
edilen tatminin sağlanamaması, yani çok büyük kitlesel coşku aracı olan
futbolun, orantılı düzeyde tatmin sağlayamamasıdır (I). Halbuki birkaç neşter darbesiyle bunu
yapmak mümkün iken! İşte bu inançla yazıyorum.
TEŞHİS
Bahsettiğimiz
rahatsızlık ve buna yol açan tatminsizliğe yakından baktığımızda ne görüyoruz?
Futbola
gönül verenlerin büyük coşkuyla oluşan beklentileri nelerdir?
Hemen
akla gelenler;
-
Bol gol
-
Tempo / Mücadele
-
Artistik / Estetik hareket ve hücum
organizasyonları (Yıldızlar)
-
(ve bir de) “Bizim” takımın kazanması (Bence en
son bu gelir ki;
Zaten “bizim” takım
göreceli olduğundan konu dışı)
Bu
beklentilerle stadları dolduranlar yada TV başına üşüşenler istediğini
alıyorlar mı? Maalesef çoğunlukla hayır ve (yine maalesef) çoğu kez hayal
kırıklığı / tatminsizlik…
Öyle
maçlar var ki; seyredenleri mest eder, tarifsiz bir heyecan ve tatmin verir,
(Mesela 4-4 biten bazı tarihi maçlar vs.) ama bunlar çok çok nadir ve bunu en
üst nokta (% 100) kabul etsek, genelde elde edilen tatmin duygusunun beklentilere
oranı bence % 30’lardan aşağıda seyrediyor.
Şu
var ki, iki büyük takımın maçında sonucu da önemliyse, bu oran ve olasılığı
artıyor ama böyle maçlar da doğal olarak azınlıkta ve ayrıca beklentisi yüksek
olduğundan hayal kırıklığı da büyük olabiliyor.
Tabi
hayatta her alanda olduğu gibi her şeyin iyisi – kötüsü, büyüğü – küçüğü var ve
olacaktır ama burada amacımız toplam kaliteyi / toplam ortalama coşku ve
tatmini yukarılara çekmektir ve bu da gayet mümkündür.
Çünkü
efendim, rahatsızlığın altında yatan bazı olaylar – engelleyiciler var ve
görevimiz bunları doğru teşhis edip ortadan kaldırmak.
Söylendiğine
göre büyük Atatürk’e her el attığı işte başarılı olmasının sırrını sorana demiş
ki; “Ben yolumdaki engelleri tespit eder ve ortadan kaldırırım, gerisi
kendiliğinden gelir.” Yada buna benzer bir şekilde açıklamış durumu ve naçizane
ondan feyz almaya çalışarak biz de engelleri doğru teşhis etmeye çalışalım.
Ancak,
teşhis etmek için önce bünyeyi / organizmayı bilmek ve anlamak tabi ki çok
önemli. Bu itibarla, futbol denen şeyin nasıl böyle büyük bir kitlesel coşku
vesilesi alabildiğine ve nasıl olup da tüm diğer spor dallarına bu anlamda
muazzam fark attığına bakmak iyi olur.
Bunu
aslında sosyo–psikologların yapması yerinde olur, ama onların da önce futbol
coşkusunu hissetmeleri ve yaşamaları gerekir. Aksi halde kuru teorik
varsayımlardan öteye geçmez kanımca.
Bunları
yazan bendeniz ne sosyo-psikolog ne de tescilli futbol otoritesi olmadığım
halde hangi cüretle giriyorum mevzuya?
Şöyle;
Misal, arabam çalışmıyor ve ben motor uzmanı değilim ama çaresizlikten kaputu
açıp, orasını burasını kurcaladığımda, birkaç yerde, motorun çalışmasını
önleyen fiziksel engel görüyorum. Bunları iliştikleri yerden çıkarınca da motor
çalışıyor, vesselam.
Hadise
bu kadar basit olmasa da, futbolun durumuna bu açıdan yaklaşmaya çalışalım
bakalım!
Şakası
bir yana, tabi ki olaya müdahale edecek bir uzman olsa, ben işi ona bırakmayı
tercih ederdim, ama olayımızda uzmanlar herhalde “yeterince ilgilenmiyor”
olacaklar ki iş bize kadar düştü nitekim.
Başka bir ifadeyle
olayımızda “engelleyici unsurlar” bu kadar açık ortada iken niye bunlara neşter
vurmazlar anlayabilmiş değilim!
Yukarıda,
amatör sıfatla nasıl “mevzuya girme” cüretine sahip olduğumu basit gerekçesiyle
anlattım. Bununla birlikte, futbolun büyüsü ve sırrı üzerine kendimce biraz daha
fikir yürütebilirim.
Şöyle
ki; Doğadaki diğer canlılar gibi, özünde insan da vahşi bir mahluktur. Hayatta
kalmak için ölümüne mücadele eder.
Öbürünü
yemek yada elindekini almak yada yem olmamak için, vs.
Vahşi
hayvanlar boğuşur, insanlar da savaşır. Savaş tabi ki meşru – müdafaa olmadıkça
alçakça bir iştir ama insanın (diğer canlılar gibi) doğasının bir yansımasıdır.
Dolayısıyla insanoğlu çağlar boyu savaşmıştır ve halen devam eder. Bu arada, insanın
savaşta yaptıkları yanında hayvanlar çok masum kalır, ama bu da konumuz dışında.
Gel
gelelim modern zamanlara geldikçe savaşların sıklığı azalmıştır. Çağlar boyunca
sürüler halinde sık sık kapışan ve bu özelliği genlerine de işleyen insanda, meydan
savaşlarının azalmasıyla birlikte boşluk duygusu oluşmuştur. Böylece stadları
dolduran insanlar, hep bir ağızdan bağırırken, bilinçaltında savaş naraları
atmakta ve sahadaki oyuncular da sembolik olarak kapışan iki orduyu temsil
etmektedir. Takımların başlarındaki hocalar da kumandandırlar. (Aslında malesef,
bazen meydan savaşları stadlarda gerçekten ortaya çıkıyor ki, bu da konumuzla
dolaylı ilgili denebilir ve ayrıca irdelenebilir…)
Diğer
takım sporlarından bazılarında da benzeşen unsurlar vardır, ancak futbolun
şekli-şemali, sahası, tribünü, oynanması vs. insanların bilinçaltında, meydan
savaşları ile en iyi özdeşleşen bir yapıdadır. Futbolun daha yaygın olmasındaki
temel bir üstünlüğü de tesis olmadan bile, her yerde ve her koşulda oynanabilir
olmasıdır. Pele’nin kumaş parçalarından, vs. yapılma bir topla futbola
başlaması gibi…
Tabi
futbolun yarattığı büyülü kitlesel coşku hakkında muhtelif varsayımlar / tezler
irdelenebilir, ama biz yukarıdakileri,-yeri gelmişken- bir fikir paylaşımı
olsun diye yazdık. Sonuçta sebebi / kaynağı her ne ise ortada böyle bir olgu
var ve aynı zamanda insanların bunu doya doya yaşamasının önünde de engeller
var.
Yukarıdakilerden
hareketle ve aşağıda irdeleneceği üzere;
·
Ortalama gol
sayısı (bir hayli) artmalıdır!
·
Oyun zırt pırt
kesilmemeli, azami ölçüde sürekli olmalıdır.
·
Bazen sırf onlar
için stadları doldurduğumuz yıldızlar korunmalıdır. (Bunda FIFA ve UEFA da
mutabık, ama hakemlere söylemekle olmaz kanımca; aşağıdakileri okusalar iyi
olurdu?)
Yani,
futbolun hazzını besleyen ve coşturan unsurlar; bol gol, tempolu ve sürekli mücadele,
artistik – estetik hareketler ve hücum organizasyonlarıdır, ki herhalde
çoğunluğun itirazı yoktur. Bunlara ulaşabilmek için neler yapacağımız hususu
ise bu mektubun asıl içeriğidir ve aşağıda maddeler halinde beğeniye
sunulacaktır.
Tersten
bakarsak, futbolun coşkusunu azaltan unsurlar ise az gol (hatta Allah korusun golsüzlük; 0-0), temposuz
– isteksiz mücadele, rutin – yaratıcı olmayan, dostlar alışverişte görsün diye
yapılan gol girişimleri ve tabi ki oyunun devamlı kesintiye uğramasıdır.
Biraz
daha ileri giderek ve daha kestirmeden ifade etmem gerekirse, kanaatimce futbol coşku - zevkini
(taammüden) katleden unsurlar;
1)
Beraberlik,
2)
Faullerdir.
Neden
mi?
*
Beraberlik:
Yukarıda
meydan savaşlarına değinmiştik. (Haddimiz olmayarak?) Burada da demek icap eder
ki, meydan savaşları berabere bitmeyeceği gibi (binde bir belki, ama ihmal
edilebilir) futbol maçları da berabere
bitmemelidir ve bunun için ne gerekiyorsa tartışılmalı, denenmelidir! Nitekim
aşağıda önerilerimiz mevcuttur.
Aynı
benzetmeden hareketle, bilinç altımızda eşyanın tabiatına aykırı, yani suni bir
durum oluşturduğu için, berabere biten her maç, kime yararsa yarasın büyük bir tatminsizlik ve sonsuz bir boşluk
duygusu, hatta ödediği ücretin karşılığını alamayan birinin aldatılmışlık
duygusu gibi sonuçlar doğurmaktadır.
Özünde
“ya hep ya hiç” duygusu mevcut olmalı, bir kazanan ve bir kaybeden olmalıdır ki
heyecan olsun, ki kıran kırana mücadele için teşvik olsun. Bu durum, nispeten
“zayıf” takımın daimi aleyhine çalışacak gibi görülebilir, ancak, irdelenecek
diğer hususlarla birlikte değerlendirmelidir ve ayrıca sırf bu açıdan bakınca
da aksi kanaat şöyle örneklenebilir;
Bir
kedi – köpek mücadelesinde (biri zayıf diğeri büyük takım olsun) bahis oynanacak
olsa, hemen herkes köpeğe oynar. Gel gelelim, malumunuz kedi köşeye sıkıştığı
takdirde, yani kaybedecek bir şeyi kalmadığı anda yüzünü köpeğe döner,
kamburlaşır, güya üstüne dalmak için yay gibi gerilerek tıslamaya başlar ve bu
noktada köpek duraklamak ve bazen “bırakmak” zorunda kalabilir.
Aksi
halde kediyi ısırmaya çalışırken yüzüne ve gözüne pençe alabilir. Demek ki
neymiş, beraberliği ortadan kaldırırsak, küçük takım, kaybedeceği bir şey
kalmayacağından ölümüne mücadele edecek ve böylece belki de gizli gücü ortaya
çıkarak galip gelecek…
Dediğimiz gibi beraberliği
tamamen lağv edecek, yada daha doğru ifadeyle nihai sonuç olmaktan çıkaracak
seçeneklerimiz bol miktarda mevcut olup aşağıda sıralanacaktır.
*
Fauller:
Gelelim
faullere. Neşter atmamız gereken diğer
kötü huylu tümör de budur. Tamamen yok etmek tabi ki mümkün değil ve
niyetimiz de yok ama bazı basit ve keskin tedbirlerle faul sayısını ciddi
oranda azaltmak üzere caydırıcı düzenlemeler yapabiliriz. Böylece oyunun devamlı
kesilmesini ve temponun düşerek seyir zevkinin katledilmesini önleyebiliriz.
Derler
ki en iyi hakem, sahada varlığını en az hissettiren hakemdir. Katılabilirim.
Bazı hakemler gerçekten oyunu çok gereksiz ve sık kesmekte ve seyir zevkine çok
olumsuz etki yapmakta, bazıları ise tersini yaparak çok olumlu katkı
yapmaktadır. Tabi her iki takımın futbol oynamaya odaklı olması yada olmaması
da esas unsurlardandır.
Ancak sonuç olarak ne
hakemi ne de takımları suçlayarak bir yere varamayız ve bunun yerine sistemi –
düzeni sorgulamalıyız!
Öyle
ya, kart görmediğin sürece sınırsız sayıda faul yapma hakkın varsa, bilinçli yada
bilinçsiz futbol oynatmamaya odaklı isen, bir yandan karşı tarafın yıldızlarını
yıldırıp sinirlendirerek marifetlerini sergilemesini engellemek, diğer yandan oyunu
soğutmak üzere niye devamlı faul
yapmayasın ki? Nedir caydıran? Yok!
Öyleyse ne yapıyoruz?
Beraberlik “felaketini”
mümkün olduğunca bertaraf ediyoruz, gol yollarını daha açıyoruz, gol
olanaklarını ve olasılığını arttırıyoruz, faulleri çok daha katı biçimde
caydırıyoruz, böylece bol gollü, kesintiye uğramayan ve yıldızları yıldırmayan
bir düzeni hedefliyor ve futbol seyircisi olarak hak ettiğimiz seyir zevkini amaçlıyoruz!
Böylece
teşhisimizi anlatmaya çalıştık ve şimdi tedavi önerilerimize, yani teşhis
ettiğimiz, seyir zevkini “engelleyici unsurları” bertaraf etmek için somut
olarak neler yapabileceğimize odaklanalım.
TEDAVİ
Ara
başlıklarımız şöyle;
A) “Gol
artırıcı” önlemler
B) “Faul
azaltıcı”
önlemler
C) Puanlama Önerileri
D) Destekleyici Öneriler / Bağımsız Hususlar
(Futbolcu-Bonservis Borsası
/ Teknolojiden Faydalanmama, vb.)
Başlayalım;
A1)
Kaleci topu tutmayacak, sadece
yumruk / tokat:
Çok
genç olanlar belki bilmez, eskiden kaleciler geri pasında bile topu eline alıp
evirir çevirir ve çileden çıkarırdı. Sonra, kafayla geri pası hariç men
edildiler ve bu çok basit düzenleme bile futbolun hakkıyla oynanması yönünde
çok büyük katkı sağladı. Ay’a ayak basan Armstrong’un “benim için küçük, ama
insanlık için büyük bir adım” demesini çağrıştırıyor. Ama yukardaki
değişikliğin yapılabilmesi için, tam bilmiyorum, belki “1 asır falan” beklememiz gerekti.
Bu
durum bile tek başına, aşağıda bahsi geçen, “futbolu yöneten aklın” ne derecede
“tutucu” olduğunu gösteriyor ve bu mektupta ele alınan önerilerin kaale
alınması yönünde pek de iyimser bir mesaj vermiyor. Ama olsun, biz yazalım bakalım…
Şimdi
daha ileri gidiyoruz. Kaleciler kusura bakmasın, bundan sonra topu yumruk ve tokatlamak dışında elle
temas yok!
Ama
ille de topu kucaklamak isterse ölüm yok ucunda, korner var.
Böylece
topun oyunda kaldığı süre uzayacak, özellikle kale civarında ve hazır gol
kokusu varken, kaleciler rakipten etkisiz ortalarla gelen yumuşak topları, vs.
kucaklayamayacağından oyun kesilmeyecek, pozisyon ve heyecan devam edecek,
tabiatıyla gol olasılığı artacak.
A2)
Köşe
vuruşu 3 kademeli: (Karikatür-Şema
ile gösterilecek) (ÇIKMAZ AYIN SON ÇARŞAMBASINDA….)
Köşe
vuruşları tek noktadan değil, topun
çıktığı yere göre 3 ayrı noktanın birinden yapılacak.
i)
Klasik Köşe Vuruşu: Top
köşe gönderine yakın yerden dışarı çıkarsa, klasik yerinden köşe vuruşu,
ii)
Orta(boy) Köşe Vuruşu:
Top, ceza sahası çizgisinin aut çizgisine birleştiği nokta (*) ile altı pas
çizgisinin aut çizgisine birleştiği nokta (**) arasından çıkarsa, köşe vuruşu (*)
noktasından,
iii)
Kısa Köşe Vuruşu: Top
kalenin üstünden yada kale yan direği ile (**) arasından dışarı çıkarsa, köşe vuruşu
(**) noktasından.
Böylece (A2) ile ne yapıyoruz?
Tabiatıyla köşe vuruşları kaleye
yaklaştıkça gol tehlikesi de artacak. Köşe vuruşu bir anlamda, savunmadaki
takımın topu sahadan dışarı atmasına karşılık bir bedel olduğuna göre, top
kaleye ne kadar yakın yerden çıkarsa o kadar büyük bir tehlikeyi bertaraf
etmiştir ve böylece bedeli de (karşı takımın gol olasılığı) orantılı
artacaktır.
A3)
Taç
– ayakla: (Savunanın kendi yarı sahasında yolaçtığı taçlar)
Bu konu zaten gündeme gelmişti. Önerimiz
ise “melez uygulama”. Bence taç
atışları, savunmadaki takımın topu (yandan) dışarı atarak oyunu kesmesine karşı
yeterince ve gereğince caydırıcı değil. Ayakla kullanılırsa daha hakkaniyetli
olur ve gol olasılığını da artırır. Ancak hücumdaki, yani karşı yarı sahadaki
takımın oyuncularından top dışarı (yandan) çıkarsa, bu eylemin oyunu kesme
niyetiyle değil, istem dışı olduğu varsayılabilir ve dolayısıyla bu hallerde klasik
yöntemle, yani elle taç atışı yapılması hem makuldur, hem de sonuçta futbolun
bir geleneği olduğu için muhafaza edilmesi yerinde olacaktır.
Özetle
bir takım topu kendi yarı sahasından taça gönderdiğinde, karşı takım bunu elle
değil ayakla kullanacaktır!
B) “FAUL AZALTICI”
ÖNLEMLER
Evet,
keyfi ve fütursuzca yapılan ve özellikle de bir taktik unsur olarak kullanılan
faulleri sert bir şekilde caydırmalıyız ki oynamak isteyen taraf topunu oynasın
ve biz de seyredelim. Dolayısıyla;
B1) (Takım
bazında sayılır) Faul x 5 =
Penaltı.
Sarı
Kart = 3 x Faul.
Kırmızı
Kart = Penaltı.
Not: Yukarıdaki 3’ler, 5’ler çok önemli
değil, herkes farklı bakabilir. Önemli olan, bir şekilde ve münasip bir yolla,
yapılan faul sayısının bir unsur olarak
sisteme sokulmasıdır.
Bunun örnekleri B1 yada B2 yada farklı
yöntemler olabilir.
B2)
(Oyuncu bazında sayılır) Geçici
ihraçlar;
Faul -> 5 dakika ihraç
Sarı Kart -> 15 dakika ihraç + 1 maç ceza
Kırmızı Kart -> 15 dakika ihraç + 3
maç ceza + Zorunlu değişiklik
Not: Her ne kadar şahsen, kasıtlı sertliğin
en katı bir şekilde caydırılması taraftarı olsam da, kırmızı kartla birlikte takımın
daimi eksik kalması tüm oyunun kimyasını
bozmaktadır.
Dolayısıyla daimi ihraç yok ve yukarıdaki
listeye esasen
“geçici
ihraç” yada “zorunlu değişiklik” var.
Her faul yapanın 5 dk geçici ihracı
bazılarına ilk bakışta önemsiz görünebilir, ama dakika başı faul yapan bir
takımın sahadaki oyuncuları (Platini beni dinlerse, bundan sonra biraz zor tabi)
belli dönemlerde fena halde azalabilir, ki bu da (oynamak isteyen) diğer takımın
gol olasılığını anında artıracaktır.
Kırmızı
kart gören sahayı terk edecek ve 15 dk sonra yerine yedek oyuncu girecektir.
Diğer
Not / Basketbola ve futbolun “dişi tarafına” atıf, vs.;
Aslında, belli bir limitten sonraki her
faul yapanın 5 dk geçici ihracı da düşünülebilir, ki bu noktada artık iyice basketbolun kurallarına özeniyormuşuz gibi yanıltıcı
bir durum sırıtabilir. Şahsen her ne kadar “basketbolu yöneten aklın” tarihsel
olarak futbolunkinden daha üst düzey olduğuna inansam da (ve bu cümle ile
Platini’yi tamamen kaybetmemiz olası olsa da), buradaki öneriler asla basketten
uyarlama değildir. İnanın ki basketbola özenmeden, bağımsız düşündüm ve
vardığım sonuçlardan bazıları kendiliğinden baskete benzedi. Bu durum da,
farkında olmadan benimle aynı çözümlemeleri yaptığı için (!) “basketbolu
yöneten aklın” daha üstün olduğunu ispat etmektedir kanımca.
Bu noktada azcık şakayla karışık ifade
etmeye çalıştığımız husus şu ki, her oyunun kendi doğası var ve öyle ithal edip
yamamakla olmaz. Kimilerine göre de futbolun doğası, kurallarının azami ölçüde
basit olmasını gerektirmektedir, ki kısmen tamam derim, ama diğer taraftan,
futboldaki bir ofsayt kuralının karmaşıklığı –itirazım olduğundan değil- buna
çok ters bir örnektir ve zaten bu
mektuptaki önerilerimizi bir paket halinde düzenlerken temel iddiamız da
futbolun doğasını – ruhunu bozmadan bir şeyler yapılabileceğidir, vs.
Yeri gelmişken, ofsaytın ne olduğunu bir
erkeğin bir kadına anlatmaya çalışması hayattaki en zor uğraşlardan biridir ve
tahminim bunu gerçekten anlayabilecek kadınların oranı % 1’i geçmez, ama bu
kadınlara bir eleştiri değil, tespittir…
(Günümüzde kadınların futbola ilgisi ve
katılımı çok arttığı için, yukardaki tespit biraz “geri kafalı” kalmış
görünebilir, ama halen büyük ölçüde ve tabi ki futbol seyircisi olmayan
kadınlar anlamında geçerlidir. Özellikle feministleri kızdırmamak için tersini
de itiraf etmek gerek ki, misal iki kadın bir elbisenin tasarımı hakkında
konuşurken bir erkek ne kadar anlayabilirse yukardaki de o kadar olabilir
diyebiliriz.)
C) PUANLAMA ÖNERİLERİ
Şimdiye kadar önerilen hususlar tek tek
yada hep birlikte uygulanabilir niteliktedir. Bu bölümdekiler ise genelde
seçmeli – seçenekler olarak alınabilir.
Aslında bu bölümde belirtilecek olanlar da
“gol artırıcı” önlemlerdir, ama farklı bir yaklaşımla. Bir de aynı zamanda
“beraberlik” denen “felakete” karşı düşünülmüştür.
C1)
Basit seçenek:
90 dk sonunda eşitlik varsa taraflar birer
puanı cebine koyduktan sonra maç uzar, gerekirse penaltılara gidilir (aynen
elemeli maçlar gibi) ve kazanan +1 puanı yani toplam 1 + 1 = 2 puanı alır.
Diğer takım da 1 puanı almıştı. (Toplam puan 3’tür ve bu paylaşılmalıdır, 0-0
hariç)
Not: Duyduğuma göre (Sn. Atilla Gökçe 2010’da
TV’de anlatmıştı) Arjantin’de bir ara galiba alt liglerde benzeri uygulanmış ve
sonuçta beğenilmeyip son verilmiş. Bunu duyunca hem sevindim, hem üzüldüm ama
buna rağmen faydalı olacağına olan inancım hiç sarsılmadı. Nasıl
uyguladıklarını incelemek ve irdelemek iyi olur ama muhtemelen bir yerlerde bir
şeyleri yanlış uyguladılar yada yanlış değerlendirdiler kanımca.
Ancak
bu (C1’in) bir istisnai hali var ki, belki anlattığımız her şeyden daha önemli
sonuçları olabilir. Eğer 90 dk golsüz biterse her iki taraf da avucunu yalar (2
puan buharlaşır) ve son 1 puan için uzatma ve gerekirse penaltılara gidilir.
Devam edelim, yukardaki C1 bir tarafta dursun, burada değindiğimiz “golsüz
beraberliğe yatma” niyetini caydırma yönteminin benzerini mevcut düzen içinde
uygulasak, yani tüm kurallar aynı kalsa bile golsüz beraberlikte taraflara
sıfır puan versek (yani varsayalım uzatma falan da yok) bu halde her takım her
şart altında gol atmaya mecbur olunca ne olacak?
Yukarıda bahsi geçen kedi gibi olacak,
çünkü kaybedecek bir şeyi yok ve genelde savunma ağırlıklı oynasa bile gol atmaya
mecbur olduğu için çok katı savunma yapamayacak.
Tabi ki savunma da futbolun (ve savaşın ve
hayatın) bir yönüdür.
Kötü
olan ise savunma değil “sadece savunma” yapılmasıdır.
Daha güçlü takımlara karşı -haddini
bilerek- savunma ağırlıklı oynadığı halde, hücum fırsatlarını da affetmeyen
takımlar ise,
bir taraftan seyir zevkini öldürmez, bir
taraftan da daha güçlü takımlara karşı kazanma şansına sahip olurlar ve hatta tarihte
benzer bir örneği ne zaman olur bilinmez, Yunanistan bu şekilde şampiyon olmayı
bile başarmıştı.
C2)
Meydan Okumalı Uzatma:
Not: Bu C2 biraz karmaşık görünebilir ve
daha ileri tarihlere bırakılabilir, ama bence, en azından bazı özel
turnuvalarda denense, heyecan ve ilgiye farklı
bir boyut getirmesi mümkün.
Gerekçesi aşağıdan (belki?) anlaşılabilir.
X ve
Y takımları maçında 90 dk eşitlikle biterse;
Teknik Direktörler (komutanlar) konuşuyor!
Yani 90 dk sonunda kamera önünde hakem soruyor, onlar söylüyor;
i)
X devam
derse ve Y de devam derse (“Ya hep
ya hiç”);
Uzatmada yada Penaltılar
sonucu kazanan toplam 3 puanı alır.
ii)
X tamam
derse ve Y de tamam derse (“1 puan
cepte”);
Birer puanı
ceplerine koyarlar ve
Uzatmada yada Penaltılar
sonucu kazanan +1 puanı alır.
iii)
X devam derse
ve Y tamam derse (“Meydan okumanın
ödülü”);
Uzatma olmaz; X ->
2 puan / Y-> 1 puan alır ve evlerine gider.
C3)
90 dk’da 3 fark olmadan maç bitmez!
Yahu, 1-0 yenene de 3 puan, 5 gol atana da
1 puan!
Böyle bir çarpıklık kimin içine siniyor?
Tabi ki puanları sadece gollere
endeksleyemeyiz ve bunun mahsurları futbolu “düşünen” hemen herkese malumdur,
ama el insaf, bu mahsurlar yüzünden bize bol gol seyrettiren takım ile “1 tane atıp, üstüne yatana” aynı ödülü mü
(3 puan) vereceğiz? Tabi ki hayır!
“Sadece gol endeksli” puanlamanın “malum mahsurlarını”
giderecek ara yollar bulacağız (ki atla deve değil) ama gol üstüne gol atanı,
yani futbolu seveni ve sevdireni tabi ki layıkıyla ödüllendireceğiz.
Bu bölümde ve bir sonrakinde sunulan
öneriler bu çerçevededir.
Burada C3’te önerilen
yöntemin açıklaması şudur;
90 dk’da kaç fark yaparsan, öncelikle o
kadar puanı cebine koyarsın. Azami 3 puan tabi.
3 fark olmuşsa zaten 90 dk’da maç biter. 90
dk’da 3’ten fazla fark olmuşsa, fazla mal göz çıkarmaz, averaj olur.
90
dk’da 1 yada 2 fark yaptıysan; Hemen 3 puanı alıp eve gitmek yok! Öncelikle 1 yada 2
puanı cebine koyarsın ve maçın toplam hakkı olan 3 puandan geriye kalan 2 yada
1 puan (bakiye) için uzatma ve gerekirse penaltılara geçilir. Bakiye puan/ların
nasıl kazanılacağı uygulaması muhtelif olabilir, ki bence şöyle mümkün;
Diyelim ki 90 dk sonunda X takımı önde, Y
geridedir. Uzatma sonunda 90 dk dahil toplam skora bakılır ve hala X önde ise
bakiyeyi alır, eğer Y öne geçtiyse sadece bakiyeyi alır, toplam skorda
beraberlik varsa penaltılara geçilir ve penaltılarda üstün olan bakiye puan/ları
alır.
C4) Puan cetveli bazında
öneriler:
Yukarıdakiler
(C1 – C2 – C3) maç bazında puanlama önerileri idi, ki müstakil seçenekler
olarak yada bunların kombinasyonları ele alınarak düşünülebilir. C4 ise, farklı
ve bağımsız bir seçenek olarak alınabilir.
Şöyle;
Gelin daha fazla gol atanı daha fazla
ödüllendirme yönünde biraz daha ileri gidelim! Yine yukarıda değindiğimiz
gibi, gol farkı bazında ve sınırsız olarak puan verirsek bunun suistimal /
haksızlık ve spekülasyona açık olacağı malumdur. Ama bu mahsurları giderecek
orta yollar bulabiliyorsak, fazla golü özendirmekten daha tatlı ne olabilir?
Şöyle ki;
Maç başına misal 5 farktan
yukarısını puan olarak saymıyoruz ve aynı zamanda lig boyunca her takımın en
farklı kazandığı misal 5 maçı dikkate almayarak kalanlara bakıyoruz.
Böylece
hücum üzerine hücum yapan, gole doymayan (Barcelona gibi) takımları olabildiğince
ödüllendirirken, bir tane atıp üzerine yatmaya kalkışan “adı büyük, ama
layıkıyla davranmayan” takımları bu kötü davranıştan caydırıyoruz, diğer
taraftan, özellikle ligin sonlarında hedefi kalmayan takımların maçlara
asılmaması vs. nedenlerle anormal ve suni farkların oluşmasını ise en farklı
(misal 5 maçı) saymayarak ve maç başına da puanı sınırlayarak bertaraf
ediyoruz.
Özetle,
gol farkı kadar puanın suistimal gibi bir mahsuru varsa,
bu
mahsurun da bir çözümü olmalıdır, ki “güzel
futbol” suistimal ihtimaline kurban edilmemeli, suistimal ortadan
kaldırılmalıdır.
Not: İlgili farklı bir
seçenek ise, hem (+) hem de (-) puanlama uygulanmasıdır. Yani, gol
averajı gibi, ancak maç başına belli puan sınırlaması ile, takım yendiğinde
(+), yenildiğinde ise (-) puan alabilir ki, ilginç tarafı ligi çok oynak ve
heyecanlı hale getirebilir. Haftalar önce şampiyon yada küme düşecek takımlar
belli olduğunda ilgi azalırken, bununla son haftaya kadar heyecanın devam
etmesi olasıdır.
D)
DESTEKLEYİCİ ÖNERİLER / BAĞIMSIZ HUSUSLAR
D1) FUTBOLCU – BONSERVİS BORSASI
Açık
konuşayım, bu şimdiye kadar neden olmadı ve olamıyor ve hiç olmadıysa
tartışılmıyor anlamakta biraz zorlanıyorum. Özellikle TV’cilerden ricam, borsa
/ yatırım uzmanları / futbol menajerleri / kulüp yöneticilerini bir süreç
zarfında davet ederek tartışırsanız ve sonuçta böyle bir şey tesis edilebilirse
bunun tüm tarafların çıkarına olacağını, eğer olmazsa da hiç olmazsa sektöre
faydalı bir beyin jimnastiği yapılmış olacağını anlatmalarıdır.
Günümüzde
yatırım araçları bu kadar çeşitlenmişken, futbolcu bonservisleri ciddi
meblağlara ulaşmışken, futbola bu kadar ilgi varken, neden küçük yatırımcı gelecek vaat ettiğine inandığı futbolcuya yatırım
yapmasın, böylece niçin futbol kulüpleri halka açılan A.Ş.’lerin hisse
senedi satarken yaptığına benzer sıfır faizle finansman imkanlarını artırıp
daha büyük transferler yapmasın, böylece bonservis sahipliği tabana yayılınca
niçin futbolcular daha fazla değer bulmasın, vs. vs. …
D2) TEKNOLOJİDEN FAYDALANMAMA?
Yine
açık konuşayım, bu “faydalanmama” olayının da yukarda değindiğimiz “tutucu”
yapıyla ilgili olduğu kanaatindeyim ve genelde gösterilen malum gerekçelerin de
(*) bence elle tutulur tarafı yok.
(*)
Güya futbol hatalar oyunu imiş ve hakem hataları –sonradan çok konuşulduğu
için- futbolun gündemde kalmasına katkı yapıyormuş, ayrıca anında karar
verilmezse işin tadı kaçarmış, vb. gerekçeler.
Fakat
son dönemde elektronik iletişim teknolojisi futbolda belli oranda kullanılmaya
başlandı ve devamı da gelecek gibi.
Teknoloji
hususuna şimdilik çok kapsamlı girmeden, belki şunları söyleyebiliriz;
Misal
bugünkü 4. hakem stadyumda ama TV’nin başında otursa ve gol, penaltı, ofsayt
gibi hayati kararların sadece tartışmaya açık olduğu hallerde müdahale
etmek kaydıyla orta hakeme (halihazırda yan hakemlerle irtibatta kullanılan)
telsiz-kulaklıkla öneride bulunsa, ki burada
can alıcı nokta şudur; orta hakem her halükarda son sözün sahibidir ve
gerek görmezse 4. hakemin önerisini dinlemekten bile imtina edebilir, yani 4. hakem amir değil, “teknolojik-yan hakem”
konumunda olacaktır, bunun kime ne zararı olur ki?
Bu
halde, maçın kesintiye uğramasına asla gerek olmaz, orta hakem sadece
tereddütte kaldığı ve gerek gördüğü hallerde 4. hakemin fikrini alarak, kendi
hata yapma olasılığını en aza indirirken, hem hakemin eli rahatlar, canı
isterse –maç başına en çok birkaç defa- kullanacağı fazladan bir olanağa sahip
olur, hem de tarafların mağduriyeti olasılığı azalır.
Yani bu uygulamada orta
hakemin anında karar vermesini engelleyecek hiçbir unsur yok. Canlı yayını
yapan TV birkaç saniye içinde ağır çekim tekrarını yayınlıyor zaten. Bahsettiğimiz
4. Hakem de bunu seyredip, tartışmaya açık bir durum varsa hemen
telsiz-kulaklıkla orta hakemi arayacaktır. Buna rağmen, orta hakem kendinden
eminse zaten 4. hakemi dinlemesine bile gerek yok.
Ama
emin değilse, bu halde dinlemeye fena halde ihtiyacı var.
Zaten
tartışmalı ve hayati pozisyonlarda futbolcu itirazları nedeniyle maçlar bundan
çok daha fazla sürelerle kesintiye uğramakta ve üstelik eğer orta hakem ağır hatalı
bir karar vermişse, buna isyan eden futbolcular da bazen haksız yere kart
görmekte, daha ötesi hatalı kararın sonucu çok önemliyse, tüm maçın dengesi
bozulmakta ve dahi hakem kontrolü elinden kaçırabilmektedir, vs.
SON SÖZ;
Biz
sadece futbol seyircisi sıfatıyla ve amatörce olaya bakmaya çalıştık. Yani
beklentimiz futbolun coşkusu ve seyir zevki.
Gelelim
futbolun profesyonel tarafında olanlara.
Yani,
FIFA / UEFA, Federasyonlar, Kulüpler, TV
ve Gazeteler. Eğer teşhis ve tedavi önerilerimizde isabet payı varsa, bunun
onlar için +anlamı, daha fazla
katılım, derinlik ve maddi getiri demektir. Dolayısıyla bu yönde daha fazla
kafa yormaları her şeyden önce kendi menfaatleri icabıdır.
Yani
diyelim ki, bir sanayi kuruluşu neden “Ar-Ge”
departmanına ihtiyaç duyuyorsa, futboldan “ekmek yiyen” çevreler de burada ele
alınan hususlara katılsın yada katılmasınlar, futbolun “yükselmesi” için neler
yapılabileceğini daimi olarak gündemde tutmalı, sistematik olarak tartışmalı ve
hatta bu tartışmalara kamuoyunun katılımını da sağlayacak yöntemler üzerinde
düşünmelidirler kanımca.
Diğer
taraftan, futbolun geniş tabanlı – basit – net – sade kurallı bir oyun olduğunu
unutmadan, yani işi fazla çetrefilleştirmenin makul olmayacağının bilinciyle,
bu mektupla önerilenlerin yada diğer benzerlerinin, yeterli ölçüde tartışılıp,
çoğunlukça benimsendiği oranda kademeli ele alınarak, kısım kısım alt liglerde
denenip, uygulanıp, sonuçları görülerek ilerleme kaydedilebileceğini zaten
kabul ediyoruz.
***
Futbolun
coşku ve zevkinin artarak, bugünkünden daha fazlasını hak ettiği seviyelere gelmesi
yönündeki beklentimiz doğrultusunda, yukarıda bahsedilen hedeflere ulaşmak
ümidiyle, sunduğumuz önerilerin kaale alınması ve uygun ortamlarda tartışılması
dileğiyle…
– Bu “mektup” sonra
(belki) devam edecek-
(Devamına
ait notlarım kayboldu, unuttum, yada henüz düşünmedim)
(Platini’nin e-postasını
bilen var mı?)
(Bunu
Fransızcaya çevirecek gönüllü
kahramanlar var mı?)
MEKTUBUN
KUYRUĞU VE KUYRUĞUN ÖNSÖZÜ
“Bu
mektup sonra belki devam edecek” demiştik ve “Son söz”ümüzü de söyledik,
böylece esasen mektubumuzu yukarda bitirmiş olduk.
Öyleyse
burdan sonraki kısım ne oluyor? Şöyle;
Dediğimiz
gibi, bu hem (1) “potansiyel mektup”,
hem
de (2) “potansiyel kitap” (ve hem de bir potansiyel hiç tabi…) (“HİÇ” OLDUĞU
KESİNLEŞTİ – 2015)
Hedef
kitlesi ise, yine dediğimiz gibi hem (1) futbolun karar odakları, hem de (2) futbol
kamuoyu.
Görünüşe
göre bu, mektup olmak için çok uzun, kitap olmak için ise çok kısa kalıyor.
Öyleyse, yukarıda biten mektup halini karar odaklarına gönderelim, şayet ayrıca
kitap olacaksa, biraz daha “lafı uzatalım”…
Lafı
uzatmak derken de, tabi ki laf kalabalığı değil, söyleyecek samimi ve faydalı
olacağına inandığımız sözümüz varsa uzatalım, ki bence var. Bunu nerden
anlıyorum? Yazdıktan sonra tekrar (ve tekrar ve tekrar) okurken, aslında
eklemem gereken, söylemek istediğim çok şey görüyordum, ancak bunlar genelde
konunun özünü, yani mektubun asıl amacını ve anlatmak istediği şeyleri
genişleten nitelikte değil, daha ziyade ileri sürülen hususlar üzerinde biraz
daha sohbet etmek gibi, sohbet ederken biraz daha örneklendirmek gibi, vs…
Aslında
yukarda biten mektup kısmını da dilim döndüğünce sohbet kıvamında vermeye
çalıştım, çünkü, içeriğinde ne kadar ciddi ve iddialı olsam da, kuru ve resmi
bir rapor tarzında olmasın, yani okuyana sıkıcı olmasın diye gayret ettim. Gayretimizin
sonucu elinizde ve takdir sizin. Tabi asıl hedefimiz takdir görmek değil, iddia
ettiğimiz hususlarda hiç olmazsa birilerini (1 yada 2 yada her ikisini) ikna
edebilmek. Ama takdir eden de olursa ne ala, takdiri yan cebimize (*) koyalım.
Benzer şekilde, bu çaba ve emeğimize karşılık maddi bir beklentimiz de yok, ve
yine ama bakınız (*). Böylece bunu potansiyel kitaptan kitaba dönüştürecek
yayınevine de bir mesaj vermiş olduk.
Özetle;
Mektup + Kuyruğu = Kitap denebilir.
Mektup
kısmının elektronik versiyonu sanal alemden de edinilebilir, ki ilgili adresler
yukarda mevcut. (BURDA YANİ - 2015) Yani
mektup bedava. Kuyruğuyla birlikte ise ücretli, çünkü kitap olunca bunun bir
maliyeti oluyor ve bu maliyeti de okuyucuya yıktık tabi. Zaten biz maddi çıkar
gözetmeden, yıllarca kafa patlatıp, bir de yazmak için kendimizi paraladık, e bir
de maliyetini üstlenirsek, bu kadar ağırlığın altından kalkamazdık
nitekim.
Bu
“kuyruk” kısmında, yukardaki mektupta yer yer gördüğünüz Romen rakamlarının
bulunduğu her bir bölümde değinilen hususların, muhtelif irdeleme ve
örneklemeleri aşağıda aynı sırayla sunulmaktadır.
Eğer
mektup kısmını okuyup da sıkılmadıysanız, galiba sonrasını da okumanız tavsiye
edilebilir.
(I) Ne demiştik;
“Sağlam
inancım o ki futbolla ilgili özelde T.C.’de genelde dünyada beklenen, arzu
edilen tatminin sağlanamaması, yani çok büyük kitlesel coşku aracı olan
futbolun, orantılı düzeyde tatmin sağlayamamasıdır.”
T.C.
özelinde baktığımızda, değinilen hususla bağlantılı olarak şunu da
gözlemliyoruz; “Derbi” denilen maçlar hariç, hele o maçta “büyük” takım hiç yoksa,
stadların büyük kısmı boş kalmakta. Bu tabi ki futbol adına üzücü, düşündürücü ve
irdelenmeyi gerektiren bir durum. İrdeleyenler de vardır mutlaka, ama biz de
ahkam kesmek isteriz.
Tabi
ki ülkenin ekonomik durumu ve kulüplerin bilet fiyatlandırma politikaları ile
de ilgili görünse de, biz şimdilik bu topa girmeyelim.
Diğer
taraftan, konunun Türkiye futbolundaki temel bir çarpıklıkla ilgili tarafını
irdelemeye değer. Bence bahse konu çarpıklık, Türk Halkının çok büyük
çoğunluğunun 3 büyük takımın taraftarı olmasıdır. Bunun da Türk futbolunun
tarihi gelişimi ve İstanbul’un sosyal yapısıyla ilgili tarafları vardır
mutlaka, ancak çarpıklığın giderilmesi yada azaltılması için yapılabilecek
şeyler de olabilir.
Her
şeyden önce, bu durumu neden çarpıklık olarak tanımladığımıza kısaca değinmek
gerekirse, doğal olan durum herkesin (olmasa da büyük çoğunluğun) kendi
memleketinin takımına taraftar olmasıdır. Memleket derken, kendini ait
hissettiği yer nere ise orası, yani doğduğu yada doyduğu yer, vs.. Diğer
ülkelere baktığımızda, herhangi bir ülkenin bir büyük takımının yine “uzak”
taraftarları olabilir, ama bunlar çok azınlıktadır, yani çoğunluk gayet doğal olarak
yerel takımını destekler. (Hatta, bazı “küresel büyük” Avrupalı takımların ta
Çin’de bile bazı taraftarları olabilir, ayrı konu ve istisnadır.)
Türkiye’de,
yukardaki çarpık – kısır döngüyü kıran ilk takım, adeta devrim yaparak
Trabzonspor olmuştu ki “4. büyük” ünvanını da bence hakederek almıştır. Devrimin
adı da “Karadeniz Fırtınası” idi.
Sonra
ise “karşı-devrim” oldu ve yaklaşık 25 yıldır Trabzon o günleri aramakta. Bu
durumun irdelemesine de girmeyelim, çünkü konu fazla dağılacak ve zaten irdeleyenler
olmuştur, olacaktır.
Son
yıllarda ise Bursaspor aynı kısır döngüyü kırabildi, ancak devamını getireceği
yönünde şahsen bana çok ümit vermiyor, yanılmayı dilerim.
Diyeceğim
şu ki, değindiğimiz çarpık yapının tarihsel ve sosyal nedenleri olmasının yanısıra,
çarpık durum kendi kendini de beslemekte. Çünkü, filan şehrin çocuklarının
kendi memleketinin takımına taraftar olabilmesi için bir ümit görmeleri de çok
önemli. Yani, ya şampiyon olduğunu yada olma ihtimalini görebilmeleri lazım.
Örneğin
yaşı çok ileri olan Trabzon’lulardan belli bir kesim İstanbul merkezli 3
büyüklerden birinin taraftarı olabiliyorken (en azından eskiden), “Karadeniz
Fırtınası” başladıktan sonra yetişen nesillerde Trabzon taraftarı olmayan hemen
hemen hiç yoktur. Bursa’da da benzer emareler görülüyordur herhalde.
Çarpık
yapının kendi kendini beslemesi bağlamında, ekonomik boyut da çok önemli ki, 3
büyüklerden biri şampiyon olmadığı takdirde futboldan “ekmek yiyen” çevreler
ciddi kayba uğramakta, dolayısıyla bu yönde çok ağır bir baskı kendiliğinden
oluşmaktadır. Kanaatimce, aynı çevrelerin arzusuna göre, 3 büyüklerden herhangi
biri çok uzun süre şampiyonluktan uzak kalmamalı, başka bir ifadeyle bu 3 takım
dönüşümlü olarak şampiyon olmalıdır. Bu döngüyü (döngünün döngüsü) son yıllarda
kıran ise Galatasaray olmuştur. Onlar o zaman öyle bir takım olmuştu ki, diğer
büyükleri küstürme tehlikesine rağmen 4 yıl üst üste şampiyon olmalarını
engellemek imkansız gibi görünüyordu.
Tabi
bunları anlatırken, niyetimiz komplo teorisi üretip birilerini suçlamak değil. Bunun
kimseye faydası da yok ayrıca. Sadece tarafsız gözlem ve olumsuzluklar üzerine
fikir yürüterek çıkarım yapmaya çalışıyoruz. Yani bir takım çevreler art niyetle
oturup bir şeyleri manupüle ediyor demek için her şeyden önce elimizde somut
veri yok, ki bahse konu olumsuzluklar, mevcut çarpık düzende kendiliğinden de
ortaya çıkabilir.
Kaldı
ki, Türkiye’den daha ileri futbol ülkelerinde de, büyük takımların sultasına
dayalı bir düzenin mevcut olduğunu az veya çok gözlemliyoruz. Ancak oralarda
çarpıklık bu boyutta değil ki, çoğunluk yerel takımını desteklediğinden (ve
tabi ekonomik vs. sebeplerle de) stadlar doluyor. Dolayısıyla, bu çarpıklığa ve
çözümüne kafa yormak için Türkiye’de daha fazla sebep var diyebiliriz.
Bu
noktada, mektubumuzun içeriğini unutmadan ve lafı çok uzattığımızı da fark
ederek şöyle bir bağlantı kurmak mümkün;
Futbolun
sağladığı tatmin düzeyi, hak ettiği yukarı seviyelere çekilebilirse (reçetesini
yukarda verdik), bunun temel sonuçlarından biri de tabi ki stadların daha fazla
dolması olacaktır.
Yine
biraz haddimizi aşarak felsefe de yaparsak, “kötü” kendini besleme eğiliminde
olduğu gibi “iyi” de kendi adına öyledir. Demek ki, futbolun tatmini arttıkça
stadlar dolar, stadlar doldukça kulüpler güçlenir, güçlendikçe şampiyon olma
şansı yakalar, bunların sayısı arttıkça da büyüklerin sultası sarsılır, daha
çok seçenekli, daha çekişmeli ve heyecanlı bir lig olur. Bu durum da futboldan
ekmek yiyen çevrelerin aleyhine olmaz herhalde?
Tabi
ki büyük takımlara karşı bir düşmanlığımız yok. Yine Barcelona örneğine
gelelim, böyle futbol oynayan bir takıma kim ne diyebilir ki? Yani bizim
tasamız büyük küçük takım ayrımcılığı yada kayırıcılığı yapmak değil, hedefimiz
güzel futbol ve tasamız buna engel olan, arızalı gördüğümüz noktaları dürtmek…